Kimses(s)izlik Denizi
- Mehmet Nuri KÖMÜRCÜOĞLU
- 19 Kas 2016
- 6 dakikada okunur

Yüce Mevla’m istedi seni benden önce, dağları perde kıldı dört bir yanına.
Kullarına Deniz yarattı, Deniz için naçizane kulunu. Ne dibi göründü uçsuz mavi serinliklerin ne ihtişamına leke indi milyonlarca yılda.
Sen hayalim değil her duama âmin im idin. Bu satırlardan önce senin için yıllar geçirildi ve geçirilmeye devam edilecek. Ölümden önceki tek gerçeğim olmuş sen, bu sayfaları çevirirken hayatına bir şeyler katmayı ümit ediyorum. Belki de gelmeyi bile istemeyeceğin bu Dünya dedikleri acımasız kara parçasına ilk adımlarında sadece elini tutmam yetmeyecek, öğrenmen gereken gerçekler yüzüne çarptığında bunlara hazır olman, ayakta durabilmen için her satırda kendini ara; Her harf-i sebebi sensin…
Bunca yaşanmışlık senin için, boğazıma düğümlenen her ayrılığımı seninle yatıştırdım ben.
Sokak lambasının pencereden içeriye süzülüşünü izlerken yağmur bastırmıştı gece yarısına aldırış etmeden. KimSessiz sokaklarda yürüyen birkaç sokak hayvanından başka sessizliği bozan hiçbir şey yoktu. Rüzgâr sızıyordu inceden en içeriye…
Bir kahveye ihtiyacı vardı belki de, hayalleri gerçeklere dökmek için.
Madem camdan değil de etten verilmişse bu yürek, bu beden, sınırları zorlamalı ve hak etmeliydi her zerresini en içten.
Sabahı bekliyordu, ne yapacağını bilmeden. Yeniden doğacak güneşin, belki de aydınlatmak istemediği bu O’nsuz şehr-i ıstırabın aydınlanamayan sabahlarından birini daha bekliyordu. Yılları vardı daha kavuşmasına ama öğrenmeliydi her şeyi, vakit erken zaman dardı.
Çekeceği her acı, yaşayacağı her ayrılık ders niteliğinde olacaktı, kitaplarda olmayanları öğrenmeliydi ki bu hayattan galip ayrılabilsin. Saat; zamanı 5 geçiyordu, geri sarmalıydı her şeyi arkasına dönüp içini en çok acıtan satırlarını aradı notlarının arasında Deniz’in ilk yıldızını, Güneş sandığı ilk ışığı.
Nasıl başlamıştı bu serüven
Kim sevmişti ilk en yürekten
Hak etmiş miydi ilk yürekten sevilen?
Sendin rüyalarımı Deniz’le süsleyen
Hülyana gizleyip beni sevdiğime gömen...
Diye başlayan şiirini okurken “peki gerçekler ne?” diye kendine sordu, nasıl yaşamalıydı bu hayatı, neleri öğrenmeli, daha önemlisi arkasında ne bırakabilmeliydi.
Aşkı nasıl anlatmalıydı?
Nasıl gülmeli, neden ağlamalıydı, gerçekliğine şüphe duyulan her duyguyu nasıl tanımlamalıydı…
Kafasında, yüreğinde soru işaretleriyle başlamıştı yazmaya…
Yapılmış ve yapılacak saçmalıkların arkasına saklanılan bir perde var, ismine aşk demişler, üzüntülerine bahane edip, mutluluklarını şahane kılmışlar, kaçınılması imkânsız mutlu son.
Eskilerin anlattığına göre aşkta değişmiş zamanla, her şey tensel zevke dönüşmüş şimdilerde. Eskiden merakla beklenirmiş aylarca gelecek iki satır özlü söz, şimdilerde kavgaya dönüşür olmuş her sabah uyanınca görülmeyen iki söz ”Günaydın aşkım”
Aslında hala ağaçta düşen sararmış yaprakları görünce altına koşan mutlu çiftler var, Her yağmur damlasında sevdiğinin siluetini görenler, buğulanmış camlarına kalp içinde ismini yazanlar, lüks yatlarından dans edip şarap açanlar, iki göz odasında tek soba karşısında el ele oturanlar.
Karşı koyulamaz mıydı bu yağmurlu havada güneş açtıran, gündüzleri karartan, ömürden ömür çalan duygu? Karşı koyulmalı mıydı?
Perdesini her açarken pencerenin ardında onu görme hayaliyle yaşamak nedir bilmeyenler “geçer” diyerek yatıştırmaya çalışırken gökyüzüne sevgilinin siluetini çizenleri, pişman olacaklardı öğrendiklerinde her “geçer” deyişin altında görünmeyen geçmeyişleri.
Yaşamadan tarifi na mümkün bu âcizane duygu; Yaşayana da, yaşamayana da yaşatacağı sadece buruk bir duygu.
Neden bu 3 harfli kahpeye verilen koca saygı O kadar mı kıymetli çekeceğimiz bunca acı?
Hayallerde yaşanır aşk en acısı da bu aslında, ayrılmamayı planlarsın, sadece elini tutabildiğin sevgiliyle. Denizlere gidersin en derinlerine, sahilde koşarsın gerçekleşmeyeceğini bile bile. Aynı üniversiteye gider, kampüste gezersiniz el ele, aynı evde kalır alışverişi birlikte yaparsınız, vizelere birlikte çalışır memlekete birlikte dönersiniz…
Ne güzel şey değil mi dev hayal dünyaları. Anlatırken aylar yıllar dursun istersiniz daha fazlasını duymak, duyurmak için. İnadına hızlanır zaman karşı koyar sevdalara, kaptırmayın kendinizi dercesine. Bilir gerçekleşmeyecek hayallerin yaşatacağı hazin sonu.
İnanmak istiyor insan yine de…
Ruhun bedenden ayrılışıydı ölüm, aşk icat edilene kadar. En büyük korkuydu, arkada kalanların hüznüydü, yaşanılan belkide son mutlu gündü. Her gün ölüm var artık ayağını aşk kapısına sıkıştıranlara, her fotoğrafında ruhun bedene elvedası var ayrılıkların sonunda. İlk öptüğün parkta gecelerce oturup dökülen gözyaşları var, göğüs kafesini terk etmiş kalbinin sana çağrısı var.
Sabah, Güneş ışığıyla aydınlatsa da çiftleri, gece çökünce başlayacaktı geçmişte kalmış kötü günleri, yastığa kafanı koyunca aklına gelecek senden önceki eskimiş sevgileri, yarım bıraktığı hayalleri, giderken içi içine sığmayan görüşmeleri. Gözyaşı kahveye karışır, heba olur sevgiliyi göreceği en güzel düşleri.
Sen düşünce zihnime; Birkaç zerre tozu bahane kılardım gözyaşlarıma.
Haykırış
Haykırmak, neydi ki;
Soğuk kış sabahlarında yıllarca emek verip büyüttüğü, sevgisiyle ısıttığı yatağından tüm yaşamını adadığı eşinin yanından uyanıp, Güneşin daha ısıtamadığı sokaklara çıkıp “sıcak börek” diye bağıran yaşlı amcanın sesinin titremesi mi?
Tüm gününü kahvede oyun oynayıp ailesini ve yaşamını aklının ucuna getirmeyen baba denilen adamın döverek simit satmaya yolladığı daha okumayı bile öğrenememiş 8 yaşındaki kız çocuğunun yalın ayak gezdiği kaldırımlarda iç geçirmesi mi?
Hayatının en önemli günlerini yaşadığını düşünen, sevildiğini anlayamayan, sevdiğini hissettiremeyen daha 14ündeki genç delikanlının düşe kalka yürümeye çalıştığı yolda aslında koştuğunu öğrendiği zaman arkasına bakıp “böyle olmamalıydı” dediği andaki gerçekleri anlama çabası mıydı?
Yeni evli bir kadının karnında bebeğiyle daha varlığına doyamadan yokluğuna alışmak zorunda kaldığı eşine son vedası mıydı, ağaçlar altında önünde kahrolası mermer parçasına döktüğü gözyaşlarının çıkardığı sesler.
Hayallerini Deniz’e bağlamış şairin mavileri izlerken kurduğu cümlelerin teker teker devrilip, ayakta kalan kendisi ve Deniz’i için yeni şiirlerine sürekli bir sigara daha yakma çabası mıydı?
Haykırış, aslında rüzgârın ağaçları salladığında çıkan, yaprakların çarpışma sesiydi. Bir annenin düştüğünü gördüğü çocuğu için döktüğü tek damla gözyaşıydı. Bir babanın belki de o akşam eve götüremeyeceği çocuğunun çok sevdiği çikolatayı alamayışının serzenişiydi. Yalnız bırakıldığında yastığına döktüğü her gözyaşının hesabını bekleyen genç kızın sitemiydi. Kapatılırken gıcırdayan kapının uykudan uyandırdığı bebeğin çığlıklarıydı…
Aslında hep sesini duyurma çabasıydı, kime olduğu ya da kimden olduğu değildi önemli olan. Sağırlıklara isyandı, Körlüklere renk. Var olma çabasıydı sürekli silip atan hayatın içinde. Kaybolmamış benliğin sensizliğe yakarışıydı.
Haykırışlarım dindirir ismini zikrederken parçalanan boğazımın yangısını. Gülüşlerin sindirir giderken yüreğime bıraktığın vuslatın sancısını…
Yalnızlık
Neden sevilmediği meçhule karışmış bu aşina duygu, gerçekleri yüzümüze vurduğundan olsa gerek korkar olduk kendimiz ile yüzleşmekten.
Yaşayamaz olduk hayallerimizi doya doya. Öyle bir dünya ki insanlar kendisinden kaçar oldu. Bizi biz yapan kendi benliğimiz bizi acı çeker duruma düşürdü. Erken pes etmeyi seçmeye başladık seçtiğimiz yanlışlardan ötürü.
Ayrılıktan sonra üzerimize doğan her yeni günün Güneşini düşman bildik kendimize. Hep yalnız bildik kendimizi, her doğan Güneşin arkasında bıraktığı karanlığa bürünmüş matem dolu ıssız saatlerde. Her damla yaş, yalnızlık denilen adı zikredilmeyesiye lanet sözcüğün bir imza misali altını çizerken dökene haykırışlar içinde, geçmeyecekti o kimSessizlik dolu varlığına lanet okunan yalnızlık.
Hissedilenleri sorgularken duyguları arafta bırakan her yudumu dil yakan sıcak bir fincan kahve, bellimi olur kaç şeker attığı aklına gelir kahvesine, şekersiz kahvenin dumanı yüzüne değince. Gelmeyeceğini anladığında en küçük anın dahi geri, daha da artacak kıymeti, mısralara saklanacak o küçücük sensiz bedeni.
Ellerim değil kalbim istiyordu tutmayı ellerini, sanki ellerim tamda, sen yokken parmaklarım eksik gibi.
Uçuruma düşerken tutunulamayan bir dal misali. Işığı yanmayan, duvarlarından kireçleri dökülmüş, nemli bir odanın rutubeti basar sen yokken yüreğimi. Gelmeyeceğini bile bile haykırıyorum gökyüzüne sen düşmüş bu şehrin yıldızlarına.
O yokken basmaya kıyamadığın kaldırımlar eziyet olduğunda, yağmur gibi toprağa düşen bir damla suyun verdiği koku hissedilince bağrında, aslında toprağın yanakların, yağmurun gözyaşı olduğunu hissedeceksin en içinde.
Mesken edinince satırlar kalbinin o en ücra köşesini, tebessüme sebep olursa ne ala, zaten onu da yapamazsa ne sor ne ara…
Çay bardağına dokunuyorum yokluğunda ellerim ısınsın diye, hissetmiyorum sensizken ince bellinin sıcaklığını…
Düşlerin içine umut olur her özlem dalgasında. Bir çukurda çürürsün tek başına. Gözlerine bakarak başlattığın o yere göğe sığdıramadığın anları başlatan sözleri söyleyemediğindendir yalnızlığın, kimSessizliğin.
Şehrin diğer köşesine başlar yolculuklar, akşamın ilk saatlerinde; onunla hiç gidilmemiş sokaklara. Sadece caddeleri aydınlatan sokak lambalarının altından geçerken kafanı yasladığında, içi dolmuş bulutların gözyaşını taşıyacaktı hasret rüzgârı otobüsün camına.
Alışkanlık yapacak yalnızlık, özlemeyi özleyeceksin
Kollarından çoktan çıkmış yüreğinde hep kalacak biriydi artık.
Aşk kokacaktı mısraların ağlattığı yapraklar.
Kan ağlayacak her satıra özlem işleyen kalem.
Ansızın uyanacaksın gecenin en sağır saatlerinde.
Damağında buruk kokusu, gözünde mayhoş tadıyla.
Sineye çekemez olursun kokusunu içine çektiğin gibi.
Kutsallık kazandı senden kalma birkaç mesaj, kâğıtlara iliştirilmiş iki satır not. Giderken sadece kendini götürmeseydin keşke, mesela yalnızlığımı da alsaydın ya yanına, kokunu sürükleseydin artık basamayacağımız kaldırımlarda.
Yere göğe sığdıramadığım aşkımı alsaydın yanına, ben daha az özlerdim, aslında daha az özlemem bahane; Üzerler belki; incinirsin, ya da ne bileyim işte özlersin bir ihtimal, sarılır dindirirdin kendini.
Buluşmalara sebep olan, yeri göğü temizleyen, giderken götürmek için çiçekçi çiçekçi dolaştığın güle can katan yağmur; Huzur kokmayacak artık yokluğunda.
Yendim korkumu bu defa, geçtim oralardan;
Baban görmesin diye elimi bıraktığın sokaklardan,
Arkandan yürüdüğüm mavi karanlıklardan,
Havuzunun yanına gittim kış gecelerimizi kavgayla geçirdiğimiz parkın;
Üzerine uzandım sevişirken sabahı reddettiğimiz çimliklerin.
Boşalmasını bekledim başın omzumda müzik dinlediğimiz bankın.
Artık tat vermeyen aynı müzik vardı kulağımda,
Yanımda olmayan kokun vardı burnumda,
Senin mahallendeydim sevgili,
Bu gece senindim.
Sana yazdığım yüzlerce son şiirden biri yine;
Okutamadığım, hatta gözyaşımın düştüğü yerleri benim dahi okuyamadığım, kokun işlemiş sonu gelmeyen şiirlerden biri.
Yine sen okuma diye yazıyorum.
Geçmek bilmeyen saati durdurmak için.
Her karanlıkta ağlayarak beni çağıran kâğıt için.
Feryat eden mürekkebin yüzün suyu hürmetine yazıyorum.
Beni duymazsın anlarımda;
Eyy beyhude rüzgâr isyanım sanadır!
Hiç mi götürmezsin kokumu?
Eyy nice günahlara bürünmüş kara kâfir!
Hiç mi rüyasına götürmezsin?
Ciğerimi dolduran zehr-i ziyan, bir bana mı geçer nazın?
Bre kara bulutların Serdar’ı; Yere düşen her tohumun Can-ı Canan’ı;
Çok mu zordur gözyaşım olup içine akmak?
Babana benzetirdin yokluğunun tenime sindirdiği sigara kokulu beni, inadına mı derdin bilmem daha çok içerdim sözlerini her hatırlayışımda. Tenine özgüydü benim sıcağa sevgim, keza ben soğukları severdim kalbininkinden gayrı. Zaten hiç sorgulamamıştım aşkını, hep reddetmiştim varlığını
Yazıklı cümlelerden başka bir şey bırakamıyorum
Geldiğin kadar yanımda, gelmediğin kadar AKLIMDAYDIN HEP…
Comments